Blog / Verimlilik Kavramı: Klasik ve Neoklasik Yaklaşımların Karşılaştırılması
Verimlilik Kavramı: Klasik ve Neoklasik Yaklaşımların Karşılaştırılması
Gülçin MANZAK AYDIN / Sanayi ve Teknoloji Uzmanı
Akademik alanda girdi başına çıktı miktarını gösteren teknik bir terim olmasının yanında verimlilik, günlük yaşantıda konuşma diline de girmiş bir sözcüktür. Bu sebeple kavram, akademik anlamda ele alındığında farklı şekillerde ortaya çıkabilmekte ve kafa karışıklığı yaratabilmektedir. Bahsedilen durum, verimliliğin kelime olarak bilinen ilk kullanımında göze çarpmaktadır. Öyle ki “verimlilik” literatürde ilk defa mineraloji biliminin kurucusu sayılan Geogius Agricola’nın 16. yüzyılın ortalarında yayımlanan “De Re Metallica”1 adlı eserinde kullanılmıştır (Fourastié, 1968: 46). Agricola, Merkantilist Dönem’de değerli madene verilen önemi yansıtacak şekilde, “madenin yer altından çıkarılması yöntemlerini, çıkan cevherin zenginleştirilerek nasıl kullanıma elverişli hale getirileceğini araştırırken verimliliği şu yöntemler artırır” diyerek verimlilikten bugün anlaşılan şekilde ilk bahseden bilim insanı olmuştur (Gürsoy, 1985: 29). Belirtilmesi gerekir ki, Merkantilist Dönem’de bir tanımın yapılmış olması kavramın Merkantilist Öğreti’ye veya mineraloji bilimine ait olduğu yanılgısına yol açmamalıdır. Zira kavramın asıl anlamını kazandığı üretim tarzı kapitalizmdir. Benzer şekilde Fourastié (1968: 46) kavramın Agricola’dan sonra, Fizyokratların 18. yüzyıldaki çalışmaları ile açık bir anlam kazanmaya başladığını aktarmaktadır. Daha sonra 1883’te Le Litre, prodüktiviteyi Fizyokratların kullanımına benzer olarak “üretme hassası (özelliği)” (faculty to produce) şeklinde tarif etmiştir (Fourastié2, 1968: 46). Bu tanıma, değerlendirmelerinde kapitalist üretim tarzını temel alan Klasik Öğreti’de de sıklıkla rastlanmaktadır. Örneğin Klasik Öğreti’nin en bilinen isimlerinden Adam Smith ve David Ricardo’nun başyapıtlarında emek, bu tanıma göre verimli olan ve olmayan olarak ayrılmaktadır.
Bu tanımlardan farklı olarak, 20. yüzyılın başından bu yana iktisatçılar verimlilik kelimesini daha fazla açıklığa kavuşturarak, bunu hasıla ve üretim unsurları arasında ölçülebilecek bir oran3 olarak ele almaktadır. Dolayısıyla, artık verimlilik “bir üretme özelliği ya da bir yetenek değil, bir sonuç, bir amaç olarak anlaşılmakta ve hasılanın araçlara; üretimin faktörlere oranı şeklinde formüle edilmektedir.” (a.g.e.) Aynı şekilde, Sumanth (1998: 4), yapılan “verimlilik” tanımları söz konusu olduğunda şu isimlere ve tarihlere yer vermektedir: Quesnay (1766), Littre (1883), OEEC (1950), Davis (1955), Kendrick ve Creamer (1965), Siegel (1976), Sumanth (1979), APC (1979), Sumanth (1987). Görüldüğü üzere, verimliliği ekonominin diğer kavramlarından ayrı tutarak doğrudan yapılan verimlilik tanımları çoğunlukla 20. yüzyıla aittir. Bu durum 20. yüzyılda kapitalizmin dünya üzerinde yayılma hızının ve verimlilik kavramının gerçek hayatta da uygulama alanlarının artmasıyla açıklanabilir.
Bilindiği gibi, kavramların yerinde kullanılması ve diller arasında aynı şeyi ifade etmesi kavramın içeriğinin doğru anlaşılması açısından önemlidir. Bu konuda, çalışmada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: İngilizce kaynaklardaki karşılığı “productivity” olan “verimlilik” kavramı, Türkçe’ye aynı zamanda “üretkenlik” olarak çevrilebilmektedir. Anlam olarak aralarında bir fark olmamasına rağmen, bu kavramlar iki farklı sözcük olarak algılanabilmektedir. Çalışmada bu iki kavram birbiri yerine kullanılmaktadır.
Bu genel değerlendirmenin ardından çalışmanın devamı, kendi içlerinde çeşitlilik arz eden iki ana akımın incelenmesine ayrılmıştır. Bunlardan ilki Klasik İktisat Okulu, bir diğeri ise Neoklasik İktisat Okulu’dur. Bu ana akımların seçilmesinde, analizlerinde temel aldıkları iktisadi faaliyetin farklı olması belirleyici olmuştur. Şöyle ki, Neoklasik İktisatçılar analizlerinde bireyler arası değişim (mübadele) ilişkilerini temel hareket noktası olarak kabul etmişken, Klasik İktisatçılar üretim ilişkileri üzerinde yoğunlaşmışlardır. Yani Klasik İktisat “ihtiyaçları karşılamak için en etkin üretim biçimi hangisidir?” sorusuna yanıt ararken, Neoklasik İktisat’ın temel iktisadi sorusu “ihtiyaçları karşılamak için veri kaynaklarının en etkin biçimde nasıl tahsis edilmesi gerekir?” olmuştur (Tanyeri, 1984: 9). Bir başka deyişle, Klasik Öğreti’de “belirleyici ve egemen olarak tanımladığı üretim ilişkilerinin ve üretimin nesnel koşullarının yerini Neoklasik İktisat’ta değişim ilişkileri ve tüketimin öznel koşulları almıştır (Akyüz, 2009: 81).
Bu amaca yönelik olarak, her iki akımı temsil etmeleri bakımından sayılı iktisat düşünürlerinin teorileri detaylıca incelenmiştir. Bu düşünürler içinden Adam Smith, iktisadi öğretiler için bir başlangıç sayılması onu takip edecek olanlara sağladığı kavramsal çerçeve dolayısıyla seçilmiştir. Daha sonrasında David Ricardo, hem azalan verimleri kullanarak ulaştığı rant teorisinin önemi hem de Smith’le Marx arasında köprü oluşturması sebebiyle çalışmaya dâhil edilmiştir. Karl Marx, öncekilerden farklı şekilde kapitalizmi eleştirmek üzere kurduğu öğretisinin, verimliliği sorgulayan karakteri sebebiyle incelenmesi gereken bir düşünür olarak ele alınmıştır. Son olarak Alfred Marshall, Neoklasik Öğreti’ye özgü marjinal verim ve bölüşüm teorisine önemli katkıları ve öncekilerle karşılaştırma olanağı verecek analizleri dolayısıyla analize dahil edilmiştir. Beklendiği üzere seçilen iktisadi düşünürlerin yaklaşımlarının, genel olarak çizdikleri ekonomik çerçeveye uygun biçimde şekillendiği görülmüştür. Tüm düşünürlerin “verimlilik” kavramını genel ekonomik düşüncenin içinde yerleşik biçimde ele almaları; her biri için bakış açılarının temel noktalarının ayrıca ele alınmasını gerekli kılmıştır.
İktisadi öğretiler genel olarak incelendiğinde doğrudan bir verimlilik tanımına sıklıkla rastlanmamaktadır. Bunun yerine, kavramın verimli (üretken) emek, sermaye birikimi, teknolojik gelişme, ölçek ekonomileri4 gibi kavramlarla iç içe geçmiş şekilde açıklandığı göze çarpmaktadır. Bu dört öğenin de üretimle ve dolayısıyla verimlilikle yakından ilişkili ele alınması şaşırtıcı görünmemektedir. İlk üçü için bugünkü verimlilik anlayışı temelinde yapılacak yoruma göre, en temel üretim faktörleri olarak emek ve sermayenin fiziksel olarak artması ürünün miktarında olumlu etki yaratmaktadır. Teknolojik gelişme de mevcut girdilerle daha fazla çıktı elde etmeyi sağlayacağından yine verimlilik kavramıyla karşılaşılmasına sebep olmaktadır. Bu faktörlerin yanı sıra, üretim ölçeğinin de ürün miktarında etkili olması ölçek ekonomilerinin de verimlilikle beraber anılmasına yol açmaktadır. Bilindiği gibi ölçek ekonomileri, üretim ölçeği arttıkça birim girdi başına daha çok çıktı elde etmek olarak tanımlanan “ölçeğe göre artan getiri”nin yerine kullanılmaktadır. Dikkat edilirse bu cümle aynı zamanda verimlilik artışını tanımlamaktadır.
Bunların yanı sıra incelenen öğretilerde, verimliliğin daha karmaşık ilişkiler içerisine yerleştirildiği gözlenmektedir. Buna göre bütünlüklü bir ekonomik analiz içeren bu öğretiler öncelikle kendi değer sistemini yaratmakta ve bu değer sisteminin toplumsal gelişmeyi sağlayacak şekilde kullanımını araştırmaktadır. Yani, verimliliğin içine yerleştirildiği üretim biçimlerini, düşünürlerin kurduğu bütünlüklü çerçeveden ayırmak pek mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla, iktisadi düşünce akımlarındaki verimlilik kavramının tarihsel gelişimi incelenirken bu akımların üretim, tüketim ve bölüşüm üzerine söyledikleri görmezden gelinememektedir. Bu sebeple, asıl amaç olarak verimlilik kavramının iktisadi kökleri araştırılırken öğretinin özellikle bu amaçla bağlantılı kısımları üzerinde durulmaktadır. Bu çaba, kavramın bugünkü kullanımına kadar yaşadığı süreklilik ve değişiklikleri ortaya koyarak anlaşılırlığını kolaylaştırmaktadır.
Değer Sistemleri
Bahsedilen çerçevenin çizilmesi öncelikle öğretilerin kurdukları değer sisteminin açıklanmasıyla mümkün olmuştur. Buna göre, emek-değer teorisini benimseyen Smith, Ricardo ve Marx’ın analizleri, Marshall’ınkinden ayrılmıştır. Aslında bu ayrım daha geniş anlamda, değer için nesnel bir ölçme aracı olarak emek-değer üzerinde duran Klasik Öğreti ve öznel bir ölçme aracı olarak marjinal fayda üzerinde duran Neoklasik Öğreti için geçerlidir. Bu noktadan hareketle Klasik Öğreti “verimli” sıfatını emeğe; değer yaratma, hatta yarattığı değerle toplumun tüm kesimlerini besleme yetisi dolayısıyla vermektedir. Dolayısıyla, Klasik İktisatçılara göre fazlayı yaratan emektir, emekçi üretime katılarak yaşamını idame ettirmesine yetecek olandan daha fazla üretilmesini sağlamaktadır. Bu anlayışın değişik bir biçimi Fizyokratlarda mevcuttur, zira onlar da toprağın aldığından çok veren, yani fazla yaratan karakteri dolayısıyla tarımı “verimli” saymaktadır. Ayrıca her iki iktisadi öğretinin de temel aldığı varsayımlardan birisi özel mülkiyettir. Özel mülkiyet hangi üretim biriminde üretim yapılırsa yapılsın elde edilecek fazlanın, o üretim biriminin sahibine ait olacağını söyler. Bir başka deyişle, tarımsal üretimde elde edilecek fazla rant olarak toprak sahibine giderken, sınai üretimde elde edilecek fazla, kâr adı altında kapitaliste aittir. Bu ayrım, değer yaratımının emekten soyutlandığı ve bu konuda öznel değerlerin belirleyici olduğu Neoklasik Öğreti’de gereksiz olarak değerlendirilmektedir. Buna göre, malın değerini bireylerin o malın son biriminden sağlayacakları fayda belirlemektedir. Burada, Klasik Öğreti’nin iktisadi sisteme toplumsal yaklaşımının Neoklasik Öğreti’deki bireysel yaklaşımdan ayrıldığı da gözlenmektedir. Zaten bölüşüm konusunda da görüleceği gibi, Neoklasik Öğreti için yeniden dağıtılması gereken bir fazla da yoktur. Üretilen tüm değer, üretime katılanlar tarafından katılımlarıyla orantılı olarak paylaşılmaktadır.
Temel Ekonomik Sorun
İki öğreti temel ekonomik sorun bağlamında karşılaştırılırsa, Klasik Öğreti’nin iktisadi faaliyet olarak üretim ve bölüşüme ve kapitalizmin dinamik işleyiş yasalarına; Neoklasik Öğreti’nin ise veri kaynaklarının en etkin biçimde nasıl dağıtılacağı sorusuna ve tüketim ile üretimin eşitlendiği statik denge noktasına yoğunlaştığı görülmüştür. Böylece üretimden uzaklaşan değer olgusu, üretimle yakından bağlantılı verimlilik kavramının ileri analizler (örneğin dış ticaret teorisi) için temel bir değişken olmasını engellemiştir. Öte yandan tüketimi, üretim ve bölüşümden daha önemli bir faaliyet sayan Neoklasik Öğreti, diğer ikisinin öznel değer sistemi dolayısıyla ilkine bağımlı olduğunu varsaymıştır. Dolayısıyla Neoklasik Öğreti’deki tüketim temelli bakış açısı fiyat konusunun tartışılmasını gerekli kılarken, üretim odaklı Klasik Öğreti’deki verimlilik açıklamalarında, fiyat oluşumu konusundaki teorilere yer verilmesine gerek duyulmaması dikkate değerdir. Benzer şekilde Neoklasik Öğreti’de üretimin ve işgücü verimliliğinin değer teorisindeki rolü, üretilen mal miktarlarını değiştirmek yoluyla, azalan marjinal fayda ilkesi gereğince malların fayda derecesini değiştirmekten öteye gitmemektedir. Görüldüğü üzere verimlilik, değer yaratmadaki doğrudan etkisiyle beraber, emek-değer teorisine dayanan Klasik Öğreti’deki merkezi rolünü kaybetmiştir.
Bölüşüm
Bu noktada Klasik Öğreti’nin Neoklasik Öğreti’den farkı; birincisinin üretimle beraber toplumsal sınıflar arasındaki bölüşüme de büyük önem vermesidir. Hatırlanacağı gibi, Smith ve Ricardo’da önemli yere sahip bölüşüm sorunu, Marshall’ın mikro düzeyde kabul ettiği marjinal verim ve bölüşüm teorisine göre kendiliğinden çözülmektedir. Ancak gerçek politika deneyimlerine bakıldığında görünen o ki verimlilik, üretim sorununa yönelik çözüm üretebiliyor olmasına rağmen, bölüşüm sorununun çözümü için alan yaratmakta fakat bunu doğrudan çözememektedir. Bu noktada iktisadi öğretilerin gerçeklikle sınanmasının önemi ortaya çıkmaktadır. Tüm iktisadi düşüncenin ana sorunu; toplumların yaşamlarına devam edebilmeleri için yapılması gereken üretim ve bunun sonrasında, bu üretimin kimler arasında nasıl paylaşılacağı ve ne kadarının tüketileceği, ne kadarının tekrar üretim için ayrılacağı olmuştur. Bu sorunsal içinde verimlilik artışı, belli malın üretimi esnasında giderek daha az emek harcanmasına olanak vermesi sebebiyle tüm toplum için faydalı bir gelişme olarak algılana gelmiştir. Ancak bu algının doğruluğu, bu ekonomik faaliyetler dizisinde (üretim, tüketim, bölüşüm) sadece üretim kısmına bakılarak sınanamaz. Bu sebeple, salt üretim verileri üzerinden gösterilen verimlilik artışlarını toplumsal refah açısından olumlu değerlendirmek mümkün değildir. Önemli olan verimlilik artışlarının nasıl sağlandığının yanında, bu artışların toplumsal sınıflar arasında nasıl paylaşıldığıdır. Sonuçta toplumsal açıdan olumlu değerlendirilebilmesi için, verimlilik artışlarının tüm toplumsal sınıfların hayatlarında iyileştirme yaratması beklenmektedir.
Bu konuda bölüşümün toplumsal sınıflar arasındaki mücadeleyle belirlendiğini öne süren Marksist bakış açısı ve müdahaleye gerek olmadığını, serbest piyasanın bu sorunu en iyi şekilde çözeceğini ileri süren Neoklasik Öğreti arasındaki fark dikkate değerdir. Aslında bu fark, gerçek hayatı modellemeye ve sorunlarına çözüm bulmaya çalışan öğretilerin ideolojilerden bağımsız olmadığını ortaya koymaktadır. Kazgan (1980: 12) bu durumu iktisadi öğretileri incelerken karşılaşılan en önemli sorun olarak adlandırmaktadır. Bu çalışmada da, iktisatta her teorinin belirli bir siyasal inanç sistemine veya felsefi görüşe ya da ideolojiye bağlı olarak kurulmakta olduğu açıktır. Bir başka deyişle iktisadi öğretiler; öznel yargılardan bağımsız ve evrensel bilgiler değildir, aksine her teori düşünürünün ideolojisine göre şekillenmektedir. Dolayısıyla Smith ve Ricardo’da sermaye birikimini hızlandırarak büyümeyi artırdığı için olumlanan verimlilik kavramı, Marx’ta kapitalistin el koyduğu artık-değeri artırdığı noktasından hareketle sömürü artışı olarak nitelendirilmektedir. Öte yandan Marshall marjinal verimlilik bölüşüm teorisini kabul ederek üretilen değerin –bir artık bırakmayacak şekilde- tümünün üretim faktörleri arasında en hakkaniyetli biçimde bölüşüldüğü sonucuna varmaktadır.
Sonuç Yerine
Tüm bunlara ek olarak, her iktisadi öğretinin içinde geliştiği toplumsal ilişkiler tarafından şekillendiği kabul edilirse, verimlilik kavramının kavranabilmesi için hem içinde geliştiği iktisadi öğretinin hem de bu öğretinin içinde geliştiği toplumsal şartların araştırılması gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Açıkçası, yapılan iktisat tanımının ve buna içkin biçimde ortaya çıkan verimlilik yaklaşımının insanlık tarihinin tüm zamanları için geçerli evrensel tanımlar olduğu tartışmalı bir konudur. Bunun yerine, kavramın belli tarihsel dönemlerdeki üretim ilişkilerini yansıtan öğretilere ait olduğu iddia edilmektedir. Bu aşamada farkında olunması gereken ayrım, verimli olmanın insanlık tarihinin tüm çağlarında önemli olmasına rağmen verimlilik kavramının iktisadi hayatta bugünkü anlamını kazanmasının belli tarihsellikteki toplumsal ilişkilere dayanmakta olduğudur.
Dipnotlar
1Ayrıntılı bilgi için Bkz. Herbert Clark Hoover ve Lou Henry Hoover (2003: 82) Georgius Agricola De Re Metallica, Kessinger Yayıncılık.
2Fransız Bilimler Enstitüsü üyesi Prof. Jean Fourastié, prodüktivite sözcüğünün bugünkü anlama yakın bir anlayışla ilk defa nerede, ne zaman, kim tarafından kullanıldığını 1950’lerde etraflıca araştırmıştır. 1950’de 3 3Avrupa Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (OEEC) tarafından yapılan verimlilik tanımı Jean Fourastié başkanlığında kurulan komisyon çalışmalarının sonucudur.
Özellikle Albert Aftalion’un 1911’de yayımlanan makalesi, bu tanım için milat sayılabilir.
4 Artan getirinin büyüyen üretim ölçeği ile olan yakın ilişkisi, artan getirinin ölçek ekonomileri (economies of scale) diye adlandırılmasına yol açmıştır.
Kaynaklar
Akyüz, Y. (2009) Sermaye Bölüşüm Büyüme, Eflatun Yayınevi, Ankara.
Fourastié, J. (1968) Prodüktivite, çev. Bedri Işıl, Milli Prodüktivite Merkezi Yayınları, Ankara.
Gürsoy, B. (1985) Verimlilik Üzerine Düşünceler, Milli Prodüktivite Merkezi Yayınları: 324, Ankara.