Blog / Verimlilik Alanında Politika Geliştirme IV
Verimlilik Alanında Politika Geliştirme IV
Ahmet Emre ÇOBAN / Sanayi ve Teknoloji Uzmanı (Verimlilik Genel Müdürlüğü)
Beşeri Sermayenin Gelişimi 2: Türkiye Üzerine Analizler
Bu başlık altındaki önceki yazıda (Anahtar, Ağustos 2014) verimlilik politikalarının merkezinde yer alan iki ana unsur (i) beşeri sermayenin gelişimi ve (ii) ulusal teknoloji yeteneğinin artırılması olarak belirtilmiş; beşeri sermayenin niteliğinin verimlilikle ilişkisini sadece işgücü verimliliğiyle sınırlandırmanın doğru bir tutum olmayacağı üzerinde durulmuştu. Bunun yanı sıra “insanların daha yüksek yaratıcılık ve daha sistematik düşünme yetileri kazanması” olarak tanımlanan beşeri sermayenin gelişimi konusunun, eğitim sorunsalıyla büyük oranda iç içe geçtiğinden de söz edilmiş, bu doğrultuda eğitim alanında muhtemel analiz konuları listelenmişti.
Bu ve bir sonraki yazıda, verimlilik alanında politikaları yönlendirecek şekilde, beşeri sermayenin gelişimine yönelik bir analiz olarak Türkiye örneği ele alınacaktır. Yapılan karşılaştırma ve sunulan veriler, ağırlıkla Verimlilik Stratejisi ve Eylem Planı hazırlıkları kapsamında ortaya konan Durum Analizi raporlarından derlenmiştir.
Temel Demografik Göstergeler
Beşeri sermayenin niteliğine yönelik analizlerin ilk aşamasını, ülkenin nüfus yapısına ve bu yöndeki değişim trendlerine yönelik incelemeler oluşturmaktadır. Türkiye nüfus profilinin özellikle Avrupa, Kuzey Amerika ve Uzak Doğu ülkelerine kıyasla genç olması, geleceğe yönelik karşılaştırmalı üstünlüğümüzün en görünür olduğu alanlardan biri olarak sıklıkla dile getirilmektedir. Ortalama nüfusun genç olması, genelde 15-64 yaş aralığı olarak kabul edilen işgücüne katılım sağlayabilecek nüfus oranının da yüksek olacağı gibi bir izlenim doğurmaktadır. Ancak karşılaştırmalı veriler, en azından şu an için söz konusu yaş aralığında ülkemizin gözle görülür bir avantajı olmadığını gözler önüne sermektedir: Türkiye’de 15-64 yaş aralığında olan nüfusun toplam nüfusa oranı % 68’ler düzeyindedir ve bu oran, karşılaştırmaya dâhil edilebilecek Batı ve Doğu Asya ülkeleri ortalamaların çok az üstünde seyretmektedir (OECD ortalaması % 65,5). Diğer yandan Türkiye, söz konusu ülkelerle 0-15 yaşın toplam nüfusa oranı üzerinden karşılaştırmaya tabi tutulduğunda, yaş ortalamasının düşüklüğünün etkileri açık bir biçimde görülmektedir (Türkiye % 26; OECD ortalaması 18,5). Bu veri esas alındığında, yaklaşık 10 yıl sonrasında nüfus yapılarında keskin bir değişiklik gözlenmediği koşulda, Türkiye’deki çalışabilir nüfusun toplam nüfusa oranının karşılaştırmaya alınan ülkelere kıyasla çok daha yüksek olacağı sonucuna ulaşılabilecektir.
Bunun yanı sıra, artmakta olan yaş ortalamasına paralel biçimde Türkiye’nin 0-15 yaş arası nüfusunun toplam nüfusa oranı da düşme eğilimi göstermektedir. Dünya Bankasının ortaya koymuş olduğu tahminler, bu oranın önümüzdeki 50 yılda çok daha düşük seviyelere geleceği öngörüsünde bulunmaktadır. Fakat yine de, 15-64 yaş arası (çalışabilir) nüfusun toplam nüfusa oranının, 2030’lara kadar yükselme eğilimini koruyacağını söylemek mümkündür. Bu bağlamda, büyüme performanslarındaki artışa paralel oranda bir istihdam artışının da uzunca bir süre sağlanamayacağı sonucuna -diğer koşullar sabit tutulduğunda- varılabilecektir.
İşgücüne Yönelik Temel Göstergeler
Türkiye son dönemde yüksek bir büyüme performansı yakalamış olsa da, bu performans gerek işsizlik gerekse de işgücüne katılım oranları üzerinde henüz büyük bir değişim sağlamış değildir. Her ne kadar işsizlik oranı 2011 yılında, 2001 krizinin ardından ilk kez tek haneli rakamlara (% 9,8) inmişse de, bu düzey halen beklentileri karşılamaktan uzaktır. Fakat 2009’da küresel ölçekte yaşanan krizin istihdam üzerindeki etkilerinin diğer ülkelere kıyasla daha düşük olması, olumlu bir veri olarak değerlendirilebilecektir.
İşsizlik oranları üzerinden yapılan karşılaştırmalar çok olumsuz bir tablo sunmasa da, işgücüne katılım oranları incelendiğinde, Türkiye’nin son dönemde göstermiş olduğu genel ekonomik performansa kıyasla bu oranların çok düşük olduğu gözlenmektedir. İşgücüne katılım oranının düşüklüğünde en temel nedenlerden biri olarak ise kadınların işgücüne katılım oranının düşüklüğü kendini göstermektedir. (Şekil 1)
Şekil 1: İşgücüne Katılım Sağlamayan Nüfus Oranları ve Cinsiyet Bazında Dağılımı (Kaynak: OECD)
Türkiye, Dünya Ekonomik Forumu tarafından ortaya konan Küresel Rekabet Raporu başlıklı karşılaştırmada, genel seviyede 2006 yılında dünyada 59. sıradayken 2012 yılında 43. sırada yer almıştır. Türkiye’nin göstermiş olduğu bu yükseliş, temelde makroekonomik performans açısından sağlanan başarının bir çıktısı gibi görünmektedir. Nitekim “makro çerçeve” başlığı altında 2006 yılında yapılan karşılaştırmada 144 ülke içinde 101. sırada yer alan Türkiye, bugün bu sıralamada 55.’liğe yükselmiştir. Ancak küresel ölçekte rekabetçiliğe yönelik diğer birçok kriterde, benzer bir sıçrama ya da iyileşme gözlenmemektedir. İşgücü piyasasının etkinliğine yönelik alanda Türkiye 114.’lükten 124.’lüğe düşmüşken eğitim alt bileşenleri ortalamasında da 58.’likten 74.’lüğe düşmüştür.
Bunun yanı sıra, yine aynı raporda, Türkiye’nin rekabet edebilirliği açısından engel oluşturan unsurların ağırlıklarına yönelik de bir değerlendirme yapılmıştır. Bu değerlendirme sonucunda, “finansmana ulaşım” ve “vergi oranları” öne çıkan ilk iki konu olurken bu iki başlığın hemen altında, % 11,9 oranıyla “işgücünün eğitim düzeyinin yetersizliği” öne çıkmaktadır. (Kaynak: Dünya Ekonomik Forumu, Küresel Rekabetçilik Raporu)
Ülke düzeyinde toplam çıktı içinde işgücünün niteliğinin katkısını karşılaştırmaya yönelik bir diğer çalışmada ise, Türkiye’nin pozisyonu 1990’lara kıyasla daha iyi görünmekle birlikte, henüz 2000 yılı düzeyine ulaşılamaması, bu alanda 2001 krizinin etkilerinin halen sürmekte olduğu şeklinde yorumlanabilecektir. Bunun yanı sıra, son 10 yıllık dönemde, yatırım oranlarındaki yükseliş göz önünde bulundurulursa, mevcut karşılaştırmada alınan pozisyonun, yatırımların katkısının yükselmesiyle de ilişkilendirilmesi mümkündür. Fakat kaynağı her ne olursa olsun, Türkiye’deki işgücünün nitelik düzeyinin toplam girdi üzerindeki payının karşılaştırmaya alınan ülkelere oranla düşüklüğü, bu alanı özel olarak üzerinde durulması gereken bir konu olarak önümüze getirmektedir. (Şekil 2)
Şekil 2: Toplam Çıktı İçinde İşgücünün Payı Kaynak: The Conference Board Total Economy Database™
Türkiye’de Genel Eğitim
Yukarıda sözü edilmiş olduğu gibi, Dünya Ekonomik Forumu tarafından hazırlanan Küresel Rekabetçilik Raporunda yer alan göstergeler içinde, Türkiye’nin sıralamada düşüş gösterdiği başlıca alanlar arasında eğitim de yer almaktadır. Rekabet edebilirlik düzeyini etkilemesi bağlamında, eğitim başlığında yer alan alt bileşenler kapsamında Türkiye’nin mevcut durumu, eğitim sisteminin bütünündeki kalite problemlerine dikkat çeker niteliktedir. (Tablo 1)
Tablo 1: Türkiye’nin Rekabetçilik Düzeyi Çerçevesinde Eğitim Bileşenleri
Dünya Ekonomik Forumunun sunduğu verilere kıyasla daha kapsamlı bulgular ortaya koyan OECD’nin Education at a Glance (Bir Bakışta Eğitim) raporunun sunmuş olduğu göstergeler ve karşılaştırmalar, Türkiye eğitim sisteminin kalite sorunlarını daha ayrıntılı olarak gözler önüne sermektedir. Buradaki en çarpıcı göstergelerden biri, son 40 yıllık dönemde nüfusun kentlileşme oranında yaşanan büyük değişimin, eğitim düzeyleri üzerindeki etkisinin yok denecek kadar az olmasıdır. Kuşaklararası eğitim düzeyleri arasındaki farkları sergilemesi bağlamında, OECD’nin 25-34 ve 55-64 yaş aralıklarına yönelik yaptığı karşılaştırmalar, Türkiye’deki genel eğitim düzeyindeki gelişimin sınırlılık düzeyini net bir şekilde ortaya koymaktadır. (Şekil 3)
25-34 yaş arası olup da yüksek öğrenimini tamamlamış nüfus Türkiye’de yalnızca % 17 düzeyindeyken OECD ortalaması % 40’lara yakındır. Buna benzer bir tablo, 25-64 yaş arası nüfusun bütününe bakıldığında da görülebilecektir. Nüfus içinde, alınmış olan en yüksek eğitim düzeyi üzerinden yapılan karşılaştırmada Türkiye, % 70’lere varan ilk öğrenim mezunu düzeyiyle, % 28 olan OECD ortalamasının yaklaşık üç kat üstünde seyretmektedir. Bunun yanında yüksek öğrenim mezunu kitlenin toplam nüfus içinde oranı da, aynı ölçüde düşüktür.
Şekil 3: Yüksek Eğitim Alanların Yüzdesi ve Ülkeler Bazında Yaş Gruplarına Dağılımı Kaynak: OECD
Yine diğer bir kritik bir durumu ise, Türkiye ile G. Kore arasındaki bir karşılaştırma ortaya koyabilecektir. Türkiye’ye benzer bir kentlileşme sürecinden geçmiş olan G. Kore’de 55-64 yaş grubu içinde yüksek öğrenim görmüş nüfusun oranı Türkiye’yle aşağı yukarı aynıdır ve % 10’larda seyretmektedir. Ancak G. Kore bu dağılımı sonraki kuşaklarda çok yüksek bir düzeye çekebilmiş, 25-34 yaş aralığında % 65’lere çıkarmıştır. Oysa ki aynı periyotta Türkiye, % 17’lere ulaşabilmiştir. Türkiye açısından zorunlu eğitim süresinin kademeli olarak artırıldığı 1997’den bugüne kat edilmiş olan yol izlendiğinde de bu artışın yavaşlığı kendini göstermektedir. (Şekil 4)
Şekil 4: Türkiye Toplam Nüfusu İçinde Alınan En Yüksek Eğitim Düzeyinin Seyri (1997-2010)
Yüksek öğrenim alanların yüzdesinin düşük olduğu ve Türkiye’nin son dönemde genel ekonomik performansının yüksek olduğu görülürse, bu durumun Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Slovakya gibi ülkelere benzer şekilde, üniversite mezunları içindeki işsiz oranının düşük olduğu izlenimi oluşturması normaldir. Ancak verilere bakıldığında, yüksek öğrenim mezunu işsizliğinde de Türkiye’nin pozisyonunun umut verici olduğunu söylemek mümkün olmayacaktır. Bu anlamda Türkiye’nin görece daha iyi performans gösterdiği Estonya, İspanya ve Yunanistan üçlüsünde, İspanya ve Yunanistan’ın, 2009 krizinde en ağır yarayı almış Avrupa ülkeleri olarak konumlanmış olduklarını da gözden kaçırmamak gerekir. (Şekil 5)
Şekil 5: Üniversite Mezunu İşsiz Nüfus Oranları Kaynak: OECD
Ülkelerin eğitim düzeyine ilişkin bir diğer temel gösterge ise, yaş grupları bazında okullaşma oranlarıdır. Gerek 20-29 yaş gerekse 15-19 yaş arası okullaşma oranlarındaki değişime bakıldığında, Türkiye’nin 2000’lerin başından bugüne, belirli bir sıçrama yapmış olduğu sonucuna varılabilmektedir. (Şekil 6 ve 7)
OECD’nin burada ele alınan raporunda da, bu sıçrama ve Türkiye’nin son dönemdeki ekonomik performansı incelendiğinde, 2020’ye kadarki dönemde okullaşma oranındaki en büyük atılımın yine Türkiye’de olacağı sonucuna varılmıştır. Ancak daha önce de belirtildiği gibi, nüfusun sektörel dağılımında ve kentlileşme düzeyinde Türkiye’nin belirli bir denge noktasına vardığı ve kuşaklararası eğitim düzeylerindeki farkın da, benzer birçok ülkeye kıyasla yok denecek kadar az olduğu düşünülürse, OECD’nin bu tahminin belirli bir iyimserlik taşıdığı sonucuna varılabilecektir. Türkiye eğitim sisteminin uzun yıllardır sürmekte olan yapısal sorunları ve bunun yanında, toplumsal yapının temel dinamikleri göz önünde bulundurulursa, kökten değişimler olmadığı sürece Türkiye’deki okullaşma oranındaki artışın uzun süreler aynı hızla devam etmeyeceği öngörülebilecektir.
Şekil 6: 20-29 Yaş Okullaşma Oranı (Kamu ve Özel) Kaynak: OECD
Şekil 7: 15-19 Yaş Okullaşma Oranı (Kamu ve Özel) Kaynak: OECD
Okullaşma oranı verileri, eğitim sisteminin niteliğine ilişkin diğer bulgularla bir arada ele alındığında, şu an beş yaşında olan nüfusun alacağı toplam eğitim süresine ilişkin varılan sonuçlara göre ise tahminler, Türkiye için 15,2 yıllık bir süre öngörmektedir. Öngörülen süre, sözgelimi Finlandiya için 19,6 yılken AB-21 ortalaması için beklenti 17,7 yıl, OECD ortalaması içinse 17,4 yıldır. (Kaynak: OECD)
OECD’nin eğitim düzeylerine ve kalitesine yönelik olarak gerçekleştirmiş olduğu geniş kapsamlı analizler doğrultusunda, Türkiye’nin bulunduğu duruma ilişkin veriler ise, Tablo 2’de toplulaştırılarak sunulmuştur.
Türkiye üzerine analizler, bu doğrultuda yapılan karşılaştırmalar ve değerlendirmelere bir sonraki yazıda devam edilecektir.
Tablo 2: OECD “Education at a Glance” Analizi Özet Verileri